Huysuz bir kısrak gibi yelesini savura savura dörtnala koşarak ömrümüzü alıp götüren zamanın sarkacında sallanıp durduğum ve hasretin yellerinde yaprak yaprak kuruduğum bir gecede; yıldızlar yüz vermeyince yalnızlıktan canı sıkılan Ay’ı avutuyor, bir avuç aydınlık uğruna annesinin karnını tekmeleyen bebek gibi güneşin uyanmasını bekliyorum, yine… Tıka basa özlem doluyum ve kurak memleket toprağına teyellenmiş isyankar türkülerden hiçbir farkım yok maalesef…
Tası tarağı toplayıp vedasız hoşçakalsız çekip gittiği 1996 yılından buyana her 3 Mart günü boğazımdan akan ve dilimin ucunda düğümlenen yok hükmündeki yaralı sözcükler, zıpkın yemiş balık gibi oluk oluk kanatır, yüreğimi... “Keşke” ile başlayan ve ne öznesi ne de yüklemi belli olan her cümle, yamalı bohça gibi sanki! Yürek yanık, duygular dağınık olunca ve çıldırtan çaresizlik başrole soyununca; söylenecek söz harman iken hayatı sessize alıp avazım çıktığı kadar susmayı beceremiyor, genzimi yakan gönül yarası yaşam öyküsünü göz yaşı dökmeden ve içine acı katmadan nasıl yazacağımı bilemiyorum.
Ayracı unutunca ömrün kaçıncı sayfasında kaldığımı, adımlar yorgun olunca yolun hangi dönemecinde olduğumu karıştırsam da bilmeyenlere anlatmak ve unutanlara hatırlatmak amacıyla; dermanı olmayan dertlere bir visal daha yazmak, zemheri gülüşlü ve bahar bakışlı duru cümlelerle ömürden ecele kalan bir karış mesafeye bir şeyler sığdırmak ve zarif seceresine parmak izimi bırakmak istiyorum.
Güz şarkılarının çöreklendiği ağaç dallarındaki yaprakların ıslığı eşliğinde, içinde ömürlük şarkılar barındıran kızıl bir gün batımında adına yaşam dediğimiz tiyatro sahnesine çıktığında, takvim yaprakları; 3 Ekim 1951 tarihini gösteriyordu. Ziraat Bankası’nda müstahdem olarak görev yapan Hüseyin Bey ile ev hanımı Raziye Hanım’ın dört çocuğundan ikincisiydi.
El değmemiş tabi güzelliklerle renkli bir geçmişe sahip olan ve Teke Yöresi’nin kültür başkenti olarak bilinen göller, güller ve gönüller diyarı Burdur’un Akın Mahallesi’nde geçti, çocukluğu... Tahtadan yapılmış oyuncak bebeğini dizlerine yatırıp uyutmak, labirente benzeyen sokaklarda çıkmazdan çıkmanın yollarını aramak, kayıp yaftası astığı dumana teslim dağlarda oksijen solumak, kuşların kanatlarında ve çobanın elinde dillenen kavalın sesinde kendini aramak, dağın eteğine ilişen gelinciklerle, suya yamanmış serçelerle ve kıyıya tutunan yosunlarla meşk etmek, oluk şeklindeki tektonik çöküntünün sularla dolması ile oluşan Burdur Gölü’nün üzerinde güzellik tacı gibi duran dikkuyruk ördeklerine meydan okumak ve İnsuyu Mağarası’nda karstik yapının erimesi ve aşınması sonucunda oluşan sarkıtlara başını çarpmadan yol almaya çalışmak, çocukluğunun özetiydi.
Eğitim ve öğrenim hayatının ilk durağı; yaşamanın kuralının “sevmek” olduğunu, insanlığı erdem bilmeyi, düşlerden kanat takıp gökyüzüne uçmayı ve kötülüğün çıkmaz sokaklarından uzak durmayı öğrendiği Burdur Turan İlkokolu idi. Kendisine sitem edip dalını kıran bülbülün kanadını okşayıp gül vermeyi, her dizesi aşk ve özgürlük kokan cümleler kurmayı, kimseye çaktırmadan dinlediği bir şarkının omuzlarında ağlamayı ve dolu dizgin arzuların peşinden koşmayı ise Burdur Kız Enstitüsü’nde geçen ortaokul sıralarında öğrenmişti.
Ufku açılmıştı ve hayatına nasıl yön vereceğini biliyordu. Derslerindeki başarısının yanı sıra örnek tutum ve davranışlarıyla öğretmenlerinin gözdesi olan Aysun, çocukluğundan beri çok istediği “öğretmen” olma hayalini gerçeğe dönüştürmeye oldukça yaklaşmıştı. Nitekim kelimelerle imgeleri birleştirip kanayan yaralara sürmeyi öğrendiği Burdur Kız Öğretmen Okulu, öğrencilik hayatının son durağı olmuştu.
Ellerindeki tepeden tırnağa güneş bulaşığı ile 1969-1970 eğitim öğretim yılında Burdur Çeltikçi Köyü İlkokulu’nda göreve başlamıştı, Aysun. Dağarcığındaki bilgiyi döke saça fütursuzca harcayacak ve yükseklerden dökülen şelale rolünü üstlenerek; dağlarda ceylanları ovalarda fidanları sulayacak, toprağı kurutup çiçekleri solduran hain rüzgâra dur diyerek her hücreye nüfuz edecek ve bir bulutun peşine takılıp; çürümekte olan başakların, suları çekilmiş nehirlerin, çocukları ağlatan günlerin üstüne yağmur olup düşecek, geleceğin aydın bireylerini yetiştirecekti. Aynı zamanda öğretmen yetersizliği nedeniyle Çeltikçi Ortaokulu’nda müzik derslerine de girmeye başlamıştı.
Öğretmenlik mesleğinde yaklaşık dört yılı geride bırakmıştı ki aile büyükleri tarafından ortaya atılan evlenmesi yönündeki söylemler günden güne şiddetini artırmaya başlamıştı. O güne dek içine uzanan yabancı ellere sol yanını hiç kaptırmamış olsa da aslen Burdurlu olup Sivas’ta görev yapan ve gönlünün bam telini kopararak nihavent bir şarkı tadında yüreğine giren öğretmen Hüseyin Bey’i görür görmez aşk libasını giymekten kendini kurtaramamış ve 18 Ağustos 1973’de, bir batında doğan ikizler gibi ortak payda da buluşuvermişlerdi.
Evliliğin ardından Burdur’a tayin isteyen Hüseyin Güngör, soluğu Tekke Köyü’nde almıştı. Eş durumundan dolayı aynı köye tayin konusunda bir sıkıntı yaşamayan Aysun Öğretmen için zor olan ise sevgi zincirinin en tepe noktasına konulup unutulmaz izler bıraktığı ve sayısız anı biriktirdiği Çeltikçi Köyü’nden nasıl ayrılacağıydı. Kendisini uğurlarken dökülen göz yaşlarına, gözlerinden akan selle köyün çorak topraklarını sulayarak karşılık vermiş, bağdaş kurup oturduğu kalplere ve gönüllere el sallayarak veda etmişti.
Güngör Çifti, aile nüfusunun artı bakiye vermesi konusunda hemfikir olunca, 1975 yılında ağlayarak kendini tiyatro sahnesine atan Mehmet, gelir hanesine ismini yazdırmıştı. “Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar” diyerek koşar adımlarla 1977 yılında aile kütüğüne kaydını yaptıran Levent ise geliri katlamıştı.
Çocuklarını büyütürken kendisine yâr olan uykusuz geceleri günün kârı diye cebine koyduğu Tekke Köyü’nde geçen 6 yılın ardından Yazıköy ona kollarını açmıştı.
Anne Raziye Hanım’ın yıllardır süregelen kalp rahatsızlığına bir de Parkinson hastalığı eklenince, Aysun Öğretmen için zor günler başlamıştı. Eski şarkıların dinlendiği, aşkın unutulmadığı ve sevda türkülerinin ezberlendiği Yazıköy’den ayrılıp, Burdur’da ikamet eden bakıma muhtaç anne babasının yanında olabilmek için hemen tayin istemek, zorunlu hale gelmişti. Eşi Hüseyin Bey’in doğup büyüdüğü Kayaaltı Köyü’ne tayin edilince de kadere razı olmaktan başka hiçbir şansı kalmamıştı.
Kayaaltı Köyü’ne yerleşen ve hafta sonları Burdur’a gelerek, siyahın en koyu tonunu örtünen çıplak gecelerde annesinin bakımını üstlenen Aysun Öğretmen, kısa bir süre sonra kanser illetinin babasının bedenine çöreklendiğini öğrenmişti.
Hüzne dair ne varsa çullanmıştı sanki üstüne… Küle boyanmış sözcüklerle bulutlara dil dökmenin hiçbir anlamı olmadığını bildiğinden, olmadık vakitlerin belirsizliğinde iyice arsızlaşan yıldızlara aldırmadan göz yaşlarını içine akıtmak ve anne babasına moral vermek için sahte gülüşlerle neşe saçıp kimsenin duymadığı yalanları gün yüzüne çıkarmak, adeta görev haline gelmişti. Şafağa çıkmayacak yorgun gecelerin gözbebeklerinde büyüdükçe büyüyeceğini öngörebiliyordu.
Petrol mavisi gökyüzünde kan kızılı dudaklarındaki gülüşüyle umut dağıtan turnalar da dertlere çare bulamayınca, o güne dek nasırlı ellerini hiçbir belaya bulaştırmayan annesini güz dökümü ağıtlarla defnetmiş, iki yıl sonra da senaryonun başrol oyuncusu olarak aynı işlemi babası için yapmıştı. Başını göğsüne yaslar yaslamaz kanı özüne karışan Hüseyin Bey’in özveri ve desteğiyle anne ve babasına en iyi şekilde bakmıştı, Aysun Öğretmen. Onlardan duyduğu; “İyi ki senin gibi bir evladımız var” sözünün ederine ise paha biçilemezdi.
Zorlu geçen süreç çok şey öğretmişti, ona… Özellikle dünya görüşü ve hayata bakışı tamamen değişmişti. İşte bu nedenledir ki “anne” ve “öğretmen” sıfatlarının yanına bir de “mazlumun, muhtacın, mağdurun yanında olan, el verip düşeni yerden kaldıran, başını koyacak en güvenilir omurz ve tutunacak kırılmaz dal olan bir “yardımsever”” sıfatını da eklemişti. Öyle ki öğrencilerin; kırtasiye, çorap ve çamaşır başta olmak üzere gücü yettiği ölçüde birçok ihtiyacını karşılar olmuştu.
Yüreğinde yeşillenen ve gittikçe dallanıp budaklanan bir özlemi vardı, Aysun Öğretmen’in. Sıralarında okuma yazmayı öğrendiği Turan İlkokulu’nda çalışmak istiyordu. Neyse ki uzun uğraşlardan sonra bu emeline de ulaşmıştı.
Görev yaptığı köylerde; safsatalara ve hurafelere inanıp cehaletin pençesinden kendini kurtaramayan köylünün içindeki şeytanın boğazını nefesi kesilinceye kadar sıktı, bilgiyi hançer yapıp cehalete sapladı. Tek isteği: Bir aklın kölesi değil bin aklın özgür bireyleri olmalarıydı.
Yanaklarında eğreti duran pembesini yitirmiş gülüşüyle geldiği Turan İlkokulu’na gül kokulu baharları da getirmiş, öğrencilerin yüzünde lavanta gibi açmıştı.
Burdur Veli Can İlköğretim Okulu ise son görev yeriydi. Kendisine telefonla ulaştığım ve hayatım boyunca minnetle anacağım, dönemin Veli Can İlköğretim Okulu Müdürü Hasan İşler, bir hafta önce by-pass operasyonu geçirmiş olmasına rağmen beni kırmadı ve birkaç cümle ile de olsa yıllarca birlikte çalıştığı Aysun Güngör’ü tüm içtenliğiyle anlattı:
“Aysun Öğretmen çocukların annesi gibiydi. Velilerle de ilgilenirdi ve hiç negatif davranışı yoktu.
Sorumluluk almaktan çekinmezdi ve okulun her işini yapardı. Örneğin; perde ihtiyacımız olduğunda öğretmen arkadaşlardan oluşan bir heyet oluşturur, Burdur’un ileri gelenlerini tek tek dolaşır, para toplardı. Saygınlığı ve itibarı öylesine yüksekti ki kimse ona hayır diyemezdi.
Öğretmen arkadaşlarla ortak bir çalışma yaptığımızda sinirlenirdim. Aysun Öğretmen durumu anlar ve bir sürahi dolusu su ile gelirdi. Bardağı doldurur ve “Müdür Bey siz susadınız galiba! Lütfen için”” der, beni sakinleştirirdi.
Okulumuzun en kıdemli öğretmeniydi. Olabilecek bir olumsuzluğu önceden öngörür ve önlemini alırdı. Onunla birlikte çalışma imkânı bulduğum için kendimi şanslı addediyorum. Yattığı yerde rahat uyusun. Çocuklarına sağlıklı uzun ömürler dilerim.”
Sınırlarını kuşların çizdiği, umuda sürmek için maviyi, hayaller kurmak için toz pembeyi kendine kavalye yaptığı ve ne başı ne de sonu görünen büyük bir dünyası vardı. İpe dizdiği geceyi sabırla çeke çeke günün ağarmasını beklerken; tıka basa olmuş hüzünleri, kara borsaya düşmüş sevinçleri, bedeli acıyla ödenmiş ve katline hüküm verilmiş aşkları, peşin fiyatına taksitle aldığı düşleri, hasretin hüzünler takındığı akşamları ve sefaya da cefaya da eyvallah diyen yürekleri anlattığı ucu yanık bir şarkı veya barış ve kardeşliğin halay çektiği, çatlağından hüzün sızan bir türkü dolanırdı, diline! Öyle duygulu ve içten okurdu ki ağzından çıkan 29 harf, namludan çıkan kurşun gibi karşısındakini can evinden vurur, yanaklarına süzülen yılların birikintisi kısa sürede sele dönüşür ve yanında kim varsa alır götürürdü. Enkazında ise ne hatıra kalırdı ne aşk ne de vefa…
Bağrı susuz ve kıraç olsa da gönlü sevgiye kaldıraç vazifesi gördü, hep… Sevginin; karanfile can veren, ömre ömür biçen, karamsarlığın üstesinden gelen ve çocukları büyüten demek olduğunu bildiği için öğrencilerine nasihat niteliğindeki şu söz hiç dilinden düşmezdi:
“Herkesi sevin. Sevgi en güzel şey…”
Bilginin yanı sıra zamanı, sözü ve doğruyu da öğrencileriyle paylaştı. Onlarla aynı havayı soludu aynı suyu içti aynı kapta kaynadı. Billur pınar gibi yüreklere akıp ılık ılık sevgi demledi. Görev yaptığı yıllar boyunca; kin ve nefreti sabırla körelten, memlekete sevdanın yâre aşkın ne demek olduğunu bilen, siyah bir gelincik çiçeğinde gizlenen sırrı çözebilen, fesleğeni dalında koklayıp serçeyi avucunda okşayabilen ve ellerini metelik olmayan cebine sokup kadere küstüğü her halinden belli olanı anlayabilen, iyilerle kenetlenip kötülerden kaçan, sevgi çiçeklerini yüreklere saçan, vefanın onurunu taşıyan öğrenciler yetiştirmeyi amaç edindi, kendine.
Bir şafak vakti güneşi zapt etmek, dillere dolanan şarkıları değiştirmek, şiirlere dökülen yaşlara son vermek ve yüreklere çivili yangınları söndürmek gibi bir kudrete sahip olmasa da görev yaptığı yıllar boyunca; güllerin dikenine batmadan acısız katıksız şiirler dermiş, uyaksız sevdaları beleyip günlerine katık yapmış, dilindeki küle boyanmış bağrı yanık sözcükleri dudaklarının gergefinde işlenmiş iğne oyalı gülüşlerle harmanlayarak küçücük yüreklerde uğuldayan fay hattını sessiz bir ihtilalle uyutmayı başarmış, böylelikle Zühre’nin karanfil açmasını ve günlerin fesleğen kokmasını sağlamıştı.
Ucu dağlara değen yarınlara ilişkin hayallerini gerçekleştirebilmek için 1996 yılının Şubat ayında emekliye ayrıldı.
Ömür törpüsü yıllardan hesap sorma zamanıydı, artık… Yarım kalan her şeyi idrak ile tamamlamak ve dünyanın sefasını sürmek için; güneşi tenhaya çekip ışığını çalacak, Ay‘a yakamoz doldurup okyanusa salacak, gök kuşağına sarılıp gökyüzünde kalacak, yazı baharı saklayıp çöle kışı salacak ve hayali gerçekle karıp keyfine bakacaktı.
Tarih: 3 Mart 1996 Saat: 07.00 suları
Sokaktan gelen sesler üzerine balkona çıkan annemin: “Gitti Aysun gitti” çığlığı ile yatağımdan fırladım. Annemi hiç böyle görmemiştim. Ne dediğini ne yaptığını bilmez bir haldeydi. “Gitti Aysun’um gitti” deyip duruyordu. Ellerine ve yüzüne kolonya sürmek de fayda etmiyordu.
Balkona çıkıp aşağıya baktığımda gördüğüm manzara, uyku mahmurluğunu atmama yetmişti. Binanın önü insan seliydi ve başlar eğikti. Yarı anlaşılır bir halde feryat eden annemin ne demek istediğini daha iyi anlamıştım.
Şafağa çıkmaya hazırlanan bir gecenin sonunda, çatlak dudaklarından yarım yamalak dökülen ve sözleri anlaşılamayan suzinak şarkının notalarının çalındığını anlayınca, kanatları tetikte kuş rolüne bürünmüş ve gülün dalını kırmadan, çisede goncayı örselemeden sessizce çekip gitmişti, Aysun Öğretmen.
Burdur Gölü susmuş, su durulmuştu. Sabaha kadar ağlayan bulutlar gökyüzünde asılı kalmış, acının üstüne birkaç damla su dökecek mecali kalmayınca yağmur ardı ebemkuşağı kaşlarını çatmışlardı. Islık çalan yapraklara eşlik edip şarkı söyleyen ağaç dalları ise boyunlarını bükerek mateme eşlik ediyorlardı.
Doktor raporuna “kalp yetmezliği” olarak geçmişti, ölüm nedeni ama kalp hastası olduğunu ne kendisi ne de başkası biliyordu! Oysa gece yarısı depremlerinde kaç kere sarsılmış kaç yangının içinden geçmişti. Artçılarla yıkılacağını kim bilebilirdi ki! Kim bilir! Bir perdelik oyundu, belki de… Uyanınca rüya bitmişti.
Hiç emekli maaşı alamadan çekip gitmişti ama tapusu kendi üstüne olan o kadar çok miras bırakmıştı ki geride… Melankolik şarkılar, hüzün yüklü şiirler, uykusuz geceler, karabasan düşler, musluğu bozuk gözler ve çoban çeşmelerinin söndüremediği yangınlar…
Hüseyin Bey’in sol yanına batan diken canını çok acıtıyor, zamansız esen yelin savurduğu sel, gözlerinde çağlıyordu. Yıllardır aynı yastığa baş koyduğu hayat arkadaşını kaybetmenin acısını, şiraza bulanmış vişne çürüğü sözcüklerin dindiremeyeceği kesindi.
Bizar olmuş yüreğiyle berzah alemine daldığı akşamlarda; “Keşke dilim lal olsaydı da hatırı gönlü kırmasaydım” diye mırıldanacak, göz çukuruna dolan yaşları kirpikleri tutamayınca gül kesiği yanaklarından süzülen sel, kiraz eziği dudaklarını ıslatacaktı. Avuçlarındaki buruşukluğun ve yüzündeki çizgilerin hem ondan hatıra hem de yaşananlara saygı anlamı taşıdığını ise kendinden başka kimse bilmeyecekti. Keşke nârı ile yaktığı yeri ona gösterebilmek gibi bir şansı olsaydı!
Hayaller ve düşler onunla doluydu ve hasret kekresi şaraba yokluğunun yankısı her vurduğunda anıların ortalığa dökülmesi gayet doğaldı. Yaşadığı acıyı bin katıra yüklese yine de taşınamazdı.
Mehmet ile Levent, genizlerini toza dumana boğan, etlerini lime lime kavuran ve tırnaklarını avuçlarına bırakan öyle bir yangının içine düşmüşlerdi ki! Pencereye vuran güneş onları terk edince, gündüz vakti kör gecelere dönmüştü. Gözlerindeki acı, sel olup çoktan nehirlere karışmıştı, bile…
Koklayıp deremediği gülüne ağıt yakan bülbülden farksızdılar. Hiçbir kalem yaşadıkları acıyı bir kağıda sığdıramazdı. Yollara ve yıllara da sığmayacak tarifsiz bir acıydı, bu… Yüreklerinde taşıdıkları patlamaya hazır sözcüklerin pimini bir çekseler, Burdur haritadan silinebilirdi.
Kalplerine saplanan hançer, gözlerindeki feri söndürmüştü. Gözleri sürmeli sözcükler, fesleğen kokulu dizeler ve sevda işlemeli elleri kınalı şiirler bile onları teselli edemezdi. Ne keyfince sarhoş olabilmek ne de gönlünce ayık kalabilmek de dertlere derman olacak gibi değildi.
Beyhude tükenen gençlik çağında annelerini ararken her hüzzam şarkıda tutuşan sol yanlarına su yetişmeyecek, sorgusuz sualsiz düşlere kefil olan küf kokan gecelerde bazen üzüm bazen de anason kokulu nefeslerinden dökülen isyankar sözcüklerle karanlığı teslim alan sabahı karşılayacaklardı.
Yüreklerindeki harı besleyen keder ile ahuzardan bir an önce kurtulmalı, esaretin boynuna yağlı ilmiği geçirmeli ve Antalya’yı aratmayan göz yaşlarına son vermeliydiler.
Gözlerindeki sular elbet bir gün çekilecek ve akrep yelkovanı sokmadığı takdirde hayat zamanla normal akışına dönecekti. Kim bilir! Belki de normal hayata dönüş süreci; bir öfkeyle kanlarına karıştırdıkları cam çerçevenin acısını iliklerine kadar hissetmekten geçecekti. Keşke çektikleri acının ederine paha biçilebilseydi de ona göre bir hal yoluna bakılabilseydi!
Veresiye umutları gerçeğe dönüştüremedikleri takdirde borçlu gitmeleri işten bile değildi. Sevindirici olan ise. düşlerine gökkuşağı ekip ağıtları yediverenlere yüklemeleri gerektiğinin bilincinde olmalarıydı. Giryana düşmüş ömürlerinin feryat figanla geçmesine tabi ki izin vermeyecekler, karaya dönmüş bulutları semadan, ışığını kaybetmiş güneşi de gömüldüğü karanlıktan çekip çıkaracaklar, suzinak şarkıları son vagona yükleyip göçebe zamanın içinde debelenip durmaktan kurtulacaklardı. Kimseye bel bağlamadan, kimseden sevgi dilenmeden koskoca bir çınar gibi dik bakacaklardı, hayata! Çünkü bilmedikleri bir şey vardı: Umutlar çiçek açsın diye anneleri usulca bir bahar bırakmıştı, yanaklarına!
Değerli Okurlar;
Bu bölümde sözü; Aysun Güngör dostu olan, beni kırmayarak değerli duygu ve düşüncelerini paylaşma nezaketi gösteren, tevazu ve hoşgörü sahibi değerli öğretmenlerim; Hayat – Süreyya Danacı çiftine vermek istiyorum.
Göndermiş oldukları yazıyı sadeleştirmenin kendilerine saygısızlık olacağını düşündüğüm için noktasına virgülüne dokunmadan siz değerli okurlara aktarıyorum.
“Ben Süreyya Danacı… Dün akşam telefonum çaldı. Arayan; yazar ve Burdur Yeni Gün Gazetesi Köşe Yazarı “Derin Düşünceler” rumuzlu Ufuk DERİN idi.
Burdur’umuzun sevilen öğretmenlerinden Aysun Güngör hakkında bir biyografi yazdığını ve kendisiyle olan anılarımıza kaleme aldığı yazı dizisinde yer vermek istediğini söyledi. Bu sözler bizleri oldukça duygulandırdı. Maziyi hatırladıkça canlanan anılar film şeridi gibi gözümüzün önünden geçti. Bu girişiminden dolayı Sevgili Ufuk Derin’e teşekkür ettik ve memnuniyetle anılarımızı anlatabileceğimizi söyledik.
Güngör Ailesi ile geçmişi 50 yıla dayanan dostluğumuzda, sayısız anı biriktirdik. Davetler, piknikler, çadır kurduğumuz kamplar, vs.
Nereden başlayacağımızı, nasıl anlatacağımızı inanın bilemiyoruz. Tatlı diliyle misafir ağırlaması, tadı unutulmayacak çayı, damağımızda güzel bir lezzet bırakan işkembe çorbası ve yumurtalı patatesli kavurmasının yanı sıra herkesin derdine derman olmak için gösterdiği çabaları, şakaları ve yardım severliği gibi sayılamayacak birçok tat bıraktı belleğimizde.
Haftada en az birkaç kez bir araya gelirdik. Çay ve kahve ile harmanladığımız sohbet esnasında, mandolini getirip kucağıma bırakır ve “hadi çal bakalım” derdi. Nazlanır, “hayır” derdim. O: “Şaddaklanma” der, ısrar ederdi. Sonunda pes eder, “tamam” dedikten sonra “ne çalayım?” diye sorardım. Her zamanki gibi “Ayrılık yaman kelime” şarkısını isterdi. Hep birlikte çalar, söylerdik. Öyle mutlu olurdu ki! Onu kaybettiğimizden beri bu şarkıyı çalmak hiç içimden gelmiyor.
Yattığı yer nur, mekânı cennet olsun. Anılarımızda yaşıyor.”
William Shakespeare’in, 1606 yılında yazdığı Macbeth adlı oyununda geçen “Gezinen bir gölgedir, hayat… Gariban bir aktör sahnede bir ileri bir geri saatini doldurur ve sonra duyulmaz olur sesi... Bir masaldır, gürültücü bir salağın anlattığı ki yoktur hiçbir anlamı” ifadesi, yaşamın özetiydi aslında!
Keşke henüz doğmamış güneşe bir kucak dolusu odun atıp zifiri karanlıkta harlandırmak veya şarkıların ayağına kapanıp yalvarmak onu geri getirebilseydi!
Keşke kalbindeki kamburdan kurtulup, önüne bakabilseydi!
Keşke korunaksız evlerin duvarlarına rutubetli nefeslerle bile olsa ismi kazınabilseydi!
O artık ebabillerin yalan söylemediği ve kargaların küfretmediği her yerde… Kim bilir! Hazan mevsiminde, bağ bozumunda, gün batımında, ay ışığında, yağmur sonrasında kendini gösteren gök kuşağında, güz yangınını körükleyen rüzgarda ve dolunayın suya düşen gölgesinde hep o vardır, belki de…
Göz kırpımı kadar kısacık ömründe, gülmeyen bahtına o kadar çok şarkı sözü yazılırdı ki!
Aysun Güngör… Aşk oyununu tamamlayan pazılın parçası! Yerine takılsa oyun bitecek. Aslolan ise o oyunun hiç bitmeyeceği!
SAYGI ve ÖZLEMLE…